BEYOND GÖBEKLİTEPE

A summary of a talk given by Turkish archeologist, Nezih Başgelen, at the Karia Princes hotel on 20 November 2015.

“GöbekliTepe is the first known man-made holy site situated on a hillside approximately 18 kms north east of the city of Urfa, an ancient city (Edessa) in south eastern Turkey.  The mound which is approximately 300 metres in length, 250 metres in breadth and 15 metres in height belonged to an older age, one that thrived at the end of the last Ice Age following the Great Flood at the end of the Paleolithic Age.  The megaliths found here were so ancient that they predate Stonehenge by some 6,000 years.

The site was constructed l2,000 years ago, seven millennia before the great pyramids of Giza.  Well before such civilisations as the  Mesopotamian or the Mayan for example.

The unearthed massive carved stones date back at least 12,000 years.  It is  almost impossible to imagine or comprehend how  they were skillfully crafted and arranged by prehistoric  people who had not yet developed metal tools or even pottery.  When these pillars were erected, so far as we know, nothing of comparable scale existed in the world.  This attractive place is thought to be a temple but at the same time it is the world’s oldest sculpture workshop.

The inhabitants of this site are assumed to have been hunter-gatherers who possibly lived in villages for at least for a part of the year.

Standing  stones or pillars are arranged in circles in the pits. On the Göbeklitepe hillside at present there are four rings of excavated pillars.  Each ring has a roughly similar layout:  in the centre are two large stone T-shaped pillars encircled by slightly smaller stones facing inward.  The tallest pillars tower 16 feet across and weigh between seven and ten tons. Some of the pillars are elaborately carved with intricate depictions of at least 20 animal species such as bulls, snakes, foxes, lions, scorpions and vultures abound, twisting and crawling.  The T-shaped megalith pillars’ broadsides are carved with an unbelivable skill.  The examples of stone sculptures are surprisingly well designed, aesthetic and artistic.  It seems unbelievable that even without metal chisels or hammers, prehistoric masons wielding tools of obsidian pieces could have chipped away at softer limestone outcrops, shaping the pillars on the spot before carrying them considerable distances to the summit and lifting them upright.

Amazingly, the temple’s builders were able to cut, shape, and transport 16-ton stones hundreds of feet, despite having no wheels or beasts of burden. This enigma still remains as the ‘’mystery of GöbekliTepe’’ that still needs to be solved.

Claus Schmidt considered GöbekliTepe a central location for a cult of the dead and that the carved animals were there seemingly to protect the dead. Though no tombs or graves have been found so far, but thanks to advanced radar research in-depth, it has been discovered that the area was a mound which has a height of 15 m and is about 300 m in diameter which needs further investigation.

As no evidence has been found that people permanently resided on the summit of GöbekliTepe itself, the belief that this was a place of worship on an unprecedented scale grows. The entire summit was mapped using ground-penetrating radar and geomagnetic surveys, charting where at least 16 other megalith rings remain buried across 22 acres. The one-acre excavation covers less than five percent of the site. This temple area includes two phases of ritual use dating back to the 10th-8th millennium BC.

During the first phase, pre-pottery Neolithic, circles of massive T-shaped stone pillars were erected. More than 200 pillars in about 20 circles are currently known through geophysical surveys. Each pillar has a height of up to 6 m (20 ft) and a weight of up to 20 tons. They are fitted into sockets that were hewn out of the bedrock. In the second phase, pre-pottery Neolithic period, the erected pillars are smaller and stood in rectangular rooms with floors of polished lime. Nezih Başgelen stated that this place was used till about 8000 B.C and once the stone rings were finished, the ancient builders covered them over with dirt.”

Although we have become accustomed to increased interest in our conferences and activities, the number of participants attending this event was extremely high.  In fact the hotel management said it was a record.

 Selçuk Şahin

Nezih Başgelen’in, 20 Kasım 2015′ tarihinde, Karia Princess otelinde yaptığı sunumun özeti.

21 Kasım 2015 günü, her zaman etkinliklerimizi içtenlikle destekleyen Karya Princess Oteli’nin konferans salonunda, bana biraz hüzün ama daha çok özlemle 20’li yaşlarımı anımsatan eski arkadaşım, okuldaşım, arkeolog Nezih Başgelen’in Göbeklitepe’yi anlatacağı HERO3A sunumu gerçekleşti.

HERO3A’nın tüm etkinliklerinin yanısıra, özenle seçilen konferansları hep büyük ilgi görmekteydi ve bizler için bir gurur vesilesiydi.

Ancak Karya Princess Oteli’nin 150 kişi kapasiteli konferans salonu bu sefer hıncahınç doluydu. Dinleyiciler aralarında en ufak bir boşluk bırakmadan, hatta yerlerde oturarak ve duvar diplerinde ayakta durarak azimle bu konferansı izlemeye çalıştılar. Bu da bana Bodrum’un bizimkiler gibi kültürel etkinliklere ne denli ihtiyaç duyduğunu ve bu ihtiyacı karşılayan bir kurum olarak ne denli önemli bir hizmet verdiğimizi gösterdi ve beni mutlu etti.

Gelelim Nezih Başgelen’in  Göbeklitepe hakkında anlattıklarına:

Göbeklitepe, Şanlıurfa’nın Örencik Köyü yakınlarında, şehir merkezinin yaklaşık 18 km. doğusunda bölgeye hakim bir tepe  üzerinde,toplam 80 dönüm bir alan kaplayan, dünyanın bilinen en eski kült merkezidir. Göbeklitepe’deki yapılar, günümüzden 11.000 yıl önce inşa edilmiştir. Yani taş devri dönemine ait  ve dünyanın bilinen en eski yapılarından olan İngiltere’deki Stonehenge’den 6000, Mısır piramitlerinden ise, 7000 yıl daha eskidir. Mezopotamya ve Maya gibi medeniyetlerden de çok öncesine tarihlenmektedir. İnsanlığın, “yontma taş” (paleolitik) dönemde “avcı-toplayıcılar” olarak mağaralarda yaşarken, “cilalı taş” (neolitik) döneminde bitki ve hayvanları ehlileştirerek yerleşik düzene geçtiğini bilinmektedir.

Nezih Başgelen, Göbeklitepe Tapınağının buz devrinin sonlarında, Nuh tufanı öncesinde, “Cilalı taş” devri insanı ve ilkel olduğunu varsaydığımız, avcılık ve toplayıcılıkla uğraşan, yani tarım öncesi bir toplum tarafından, MÖ 11.000-9000’de inşa edildiğine dikkat çekmiştir.  Böylece çok yüksek düzeyde yetenek, işgücü, sanatkârlık, ince düşünce ve tasarım gerektiren Göbeklitepe oluşumu, bir Neolitik devrim ve insanlığın kültürel evriminin belki de en büyük dönüm noktası olmuştur. Göbeklitepe, konumu, boyutları, tarihlendirilmesi ve yapılarının anıtsallığı ile Neolitik dönem için ünik bir kutsal alandır.

1994 yılında Heidelberg Üniversitesi’nden Prof. Dr. Klaus Schmidt tarafından bölgede yapılan araştırmada, sitenin anıtsal karakteristiği ve buna bağlı olarak arkeolojik değeri dikkati çekmiştir. 1995 yılında Şanlıurfa Müze Müdürlüğü Başkanlığı’nda ve Alman Arkeoloji Enstitüsü’nden Arkeolog Harald Hauptmann’ın danışmanlığında yüzey araştırmaları yapılmıştır.1996 yılından 2006 yılına kadar, Alman Arkeoloji Enstitüsü’nden Arkeolog Prof. Dr. Klaus Schmidt danışmanlığında kazı çalışmaları sürdürülmüştür. Göbeklitepe’deki kazı çalışmaları, 2007 yılından itibaren, kendisini adeta bu bölgeye ve bu kazıya adayan Klaus Schmidt’in 20 Temmuz 2014 tarihindeki ölümüne kadar onun başkanlığında yürütülmüştür. Prof. Dr. Klaus Schmidt, kazı çalışmaları sırasında, tepede, üzerine ilginç oymalar nakşedilmiş bir dizi devasa taş sütun bulmuştur. Yer altı radarı kullanılarak, 20 futbol sahasına eşdeğer, 90.000 metrekare yüzölçümlü bir alanda yapılan etüt çalışmaları sayesinde, Klaus Schmidt ve ekibi, dört taş çemberi günışığına çıkarmıştır. Ama yer altı radarının çıkardığı renkli haritalar, bunun sadece yapının küçük bir kısmı olduğunu göstermiştir. Haritaya göre, dairesel yapılardan, tepenin altında gömülü en az 16 tane daha vardır. Her bir çember, T şeklinde büyük sütunlarla ayrılmış yüksek taş duvarlardan oluşmaktadır. Ortalarında ise, tek parça kayadan oyularak şekillendirilmiş, yaklaşık 16 ton ağırlığında ve beş buçuk metre yüksekliğinde, iki dikilitaş bulunmuştur.

Göbekli Tepe kazılarında, “olağanüstü ve benzersiz” olarak nitelendirilen buluntular elde edilmiş, üzerinde hayvan rölyeflerinin olduğu, çapı 20 metreyi, boyu insan boyunu aşan dev “T” şeklinde sütunlar ortaya çıkarılmıştır. Çapları 30 metreyi bulan, yaklaşık 20 yuvarlak ve oval yapı vardır. Bu oval yapıların ortasında “T” biçiminde, 10–12,5 metre yüksekliğindeki, kireçtaşından yapılmış dikilitaşlar yuvarlak planda dizilmiş ve araları taş duvarla örülmüştür. Bu yapının merkezine de daha yüksek boyda iki dikilitaş karşılıklı olarak yerleştirilmiştir. Tapınağın yapılış amacının sırrının, taş sütunlara oyulan figürlerle bağlantılı olabileceği düşünülmektedir. Bu dikilitaşların çoğunun üzeri, insan, el ve kol, çeşitli hayvan ve soyut sembollerle, kabartma ya da oyularak betimlenmiştir. Dikilitaşların üzerindeki kabartmalarda, kaburga kemiklerine varana dek en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş, aslan, boğa, yaban domuzu, tilki, yılan, yaban ördekleri ve akbaba gibi, 20’ye yakın türde hayvan figürü vardır. Timsah, domuz ya da aslan rölyefi yapan heykeltraş, taşı yontmaya başlamadan önce neyi nasıl yapacağını planlamak durumundaydı, dolayısıyla bu görkemli yapıların ilkel taş aletlerle inşa edilmiş, obsidyen (volkanik cam) taşıyla oyulduklarına inanmak hayli güçtür. Taş sütunların henüz yerdeyken oyulup şekillendirildiğini ve daha sonra ön tarafından yukarı doğru kaldırıldığı, “T” şeklindeki sütunların ise sembolik insan olduğu varsayılmıştır.

Çevrede bulunan kayalık bir arazi de, sütunları yapmakta kullandıkları taş ocağının bir parçasını oluşturuyormuş. Onlarca ton ağırlıktaki kireç taşlarının taş ocağında kesilmesinin, ya da yontularak çıkarılmasının, istenen yere taşınmasının kusursuz bir uzmanlık istediği açıktır. Ayrıca taştan anıtların, teknik bilgi sahibi olmaksızın, dikilmesi imkânsız görünüyor.

Nezih Başgelen, Göbeklitepe’nin bir yerleşim alanı olmaktan çok bir kutsal alan olduğu tesbit edilmiş olmasına rağmen, daha derinlemesine radarla yapılan araştırmalarda üzerinde bulunduğu tepenin aslında çok katmanlı bir yeraltı kenti bulunduran bir höyük olduğunun anlaşıldığını ifade etti. Göbeklitepe’nin bir kült merkezi olarak kullanımının MÖ. 8000 dolaylarına kadar devam ettiği ve bu tarihlerden sonra terk edildiği anlaşılmaktadır.

Göbeklitepe’ye hem yer, hem zaman olarak yakın başka yerleşik düzen kurulmuş bölgeler de bulunmuştur. Göbeklitepe ile aynı döneme ait Kortiktepe yerleşimleri arasında 200 kilometre mesafe vardır. Ama burası, yaşayanlar ve ölüler şehri olarak yanyana iki yerleşim şeklindedir ve ölülerin burada açıkta bırakılmayarak  mezar kente gömüldüğü gözlemlenmektedir.

5000 ila 10000 yıllık kaya resimleriyle ünlü olan bu bölgede, bize birçok ipucu veren bu resimlerine göre, orada oldukça gelişmiş birilerinin yaşadığı kesindir. Göbekli Tepe’den yaklaşık bin yıl sonra Nevali Cori’deki yerleşim yerinde çanak-çömlekli, ancak hâlâ çok ilkel bir yaşam başlayabildiği görülmektedir. Nevali Çori, Atatürk Barajı’nın sular altında bıraktığı Şanlıurfa‘nın Hilvan ilçesine bağlı Kantara köyünde yer alan ilk yerleşim yerlerinden biridir. 1980’li yılların sonunda ve 1990’ların başındaki kurtarma kazılarıyla, Halfeti barajı suları altında kalmadan önce, burada bulunan eserler Urfa müzesine taşınmıştır. Nevali Çori’de, duvarlarında 13 taş sütun bulunan dörtgen biçiminde bir yapı ve ortasında ise, elleri ve kolları olan ancak yüzü işlenmemiş insan figürlü iki adet dikilitaş ve daha sonraki medeniyetlerde görülecek olanlara öncü olan desenli, boyalı çanak çömlek bulunmuştur.  Burada bulunan ve Göbeklitepe Tapınağından daha küçük olan tapınak sökülmüş, müzede yeniden monte edilerek kurtarılmıştır.

Nevali Çori ve yakın çevresindeki benzer yerleşim yerlerinde Göbeklitepe’nin önemini yitirdiği zamana denk gelen benzer bazı kutsal mekânlar görülmektedir. Burasının Çatalhöyük’ten sonra kurulmuş bir yerleşim yeri olduğu düşünülmektedir. Çatalhöyük gibi yerleşim yerleri Sümer’den çok daha eskidir. Önce Göbeklitepe’de, sonra Çatalhöyük’te yerleşik kültür giderek batıya kaymış, Ege’de, Trakya’da ve Balkanlar’da, Neolitik yapılanmalar görülmüştür. Önemli bir detay da, bu gün kullandığımız buğday (büyük bir ihtimalle Sümerlerin de kullandığı) Göbekli Tepe’nin yakınında bulunan Karacadağ yöresinden dünyaya yayılmıştır ki, bunda Göbeklitepe’nin rolü büyük olmalıdır.