12 Mayıs sabahı Bodrum havaalanında uçağa binmek üzere toplandığımızda 14 kişiydik; İstanbul ve Edirne’de bize katılanlarla sayımız 19’a ulaştı. Bu sayı turu düzenleyen Oasis Turizm’e taahhüt ettiğim asgari katılımcı sayısının 1 altı (neyse ki bu bir sorun olmadı)..
İstanbul Atatürk havaalanında rehberimiz Aida hanım (gerçek ismi, annesi operayı çok severmiş) , geziye İstanbul’dan katılan arkadaşlarımız ve otobüsümüz bizi bekliyordu. Üç buçuk saatlik rahat bir yolculuktan sonra Edirne’ye ulaştık. Pek çoğumuz merakla hemen meşhur Edirne ciğercilerine koşuştuk. Benim ızgara olduğunu sandığım meşhur Edirne ciğeri meğer yaprak halinde dilimlenip una bulandıktan sonra tavada pişiriliyormuş. Sıcak sıcak yendiğinde çok lezzetli. Daha sonra şehir merkezinde biraz dolaşıp Meriç Nehri’ni geçerek Kırkpınar’ı ve henüz tam olarak hizmete açılmamış tarihi sağlık müzesinin (Darüşşifa) açık olan medrese bölümünü ziyaret ettik. ( Ne yazık ki daha ilginç olan hastane bölümü ertesi gün halka açıldı).
Edirne’nin her yerinden tarih fışkırıyor. İstanbul’u Avrupa’ya bağlayan yolun kilit noktasındaki şehir, üç önemli nehrin de kavşağında. Askeri tarihçi John Keegan’a göre, Dünya’da en çok işgal ve savaş görmüş bir şehir. Tarihte en az 16 önemli savaş ve işgale sahne olmuş. Şehir Roma imparatoru Hadrian zamanında gelişmiş; adı da Hadrian’dan türemiş (Hadrianapolis).
İstanbul’un fethinden önce 92 yıl Osmanlılar’a başkentlik yapmış olan Edirne, burada yaşamış halkların izleriyle dolu. Camiler, çarşılar, külliyeler, kiliseler, sinagoglar… Avrupa’nın üçüncü büyük sinagogu kısa bir süre önce restore edilmiş ve ziyarete açılmış. Bahai dininin kurucusu Bahaullah da 19.uncu yüzyılda İran’dan sürüldükten sonra, burada uzun yıllar yaşamış ve dinini buradan yaymaya başlamış. Yaşadığı evler Bahailer için kutsal sayılıyor. Şehirde pek çok cami var. Ama en önemlisi İkinci Selim adına 1668-1674 yılları arasında inşa edilen Mimar Sinan’ın ustalık devri şaheseri Selimiye.
Eski şehre geri dönünce önce yeni restore edilen Büyük Edirne Sinagog’unu geziyoruz. Artık cemaati kalmadığı için, özel durumlar dışında ibadet için kullanılmıyor. Restorasyon muhteşem olmuş, ışıl ışıl bir mekan. İzzet Keribar’ın muhteşem fotoğraf sergisi de aramızdaki fotoğraf meraklılarını heyecanlandırıyor.
Nihayet Selimiye’ye geliyoruz. Benim için özel bir önemi var. 19 ve 20.ci yüzyıllarda Ruslar ve müttefikleri tarafından Kırım’dan, Kafkasya’dan ve Balkanlar’dan sökülüp atılan, katliama uğrayan milyonlarca Türk ve Müslüman arasında benim atalarım da var. Büyük dedem ve büyük anneanem sığındıkları Selimiye Camii’nin avlusunda bir çadırda doğmuşlar. Bu nedenle birinin adı Selim, diğerininki de Selime idi.
Selimiye Osmanlı’nın en büyük mimarı Koca Sinan’ın ustalık eseri; eserin inşası sırasında 90 yaşında olduğu söylenir. Selimiye Camii mimari olarak içi ve dışıyla çok etkileyici; Elhamra Sarayı ve Tac Mahal ile birlikte İslam mimarisinin en büyük şaheserlerinden. Bina ve kubbe olarak en büyük cami olduğu gibi, külliyesi ile birlikte en geniş geniş alanı kaplayan bir dini kompleks. Selimiye Camii Unesco tarafından Dünya Kültür Mirası listesine dahil edilmiş.
Edirne’de görülmesi gereken daha pek çok yer var; yarım günde ancak bu kadarını yapabildik ve dinlenmek üzere otelimize döndük. Kervansaray oteli eski şehrin ortasında; binası yeni olsa da şehrin mimari karakterini korumuş. Odalar da rahat ve zevkle döşenmiş; gördüğüm kadarıyla herkes memnun kaldı.
Ertesi sabah Gelibolu Yarımadasına hareket ederken katılımcıların heyecanlı olduklarını fark ediyorum; herkesin kendine göre nedenleri var. İki saatlik bir yolculuktan sonra Gelibolu’da mola veriyoruz. Dünya’nın en önemli stratejik su yollarından Çanakkale Boğazı bütün güzelliği ile önümüzde masmavi uzanıyor.
Eceabat’ı geçtikten sonra ilk durağımız Kilitbahir kalesi ve tabyaları oldu. Hemen karşımızda, boğazın öteki yakasındaki Çanakkale görünüyor; burası boğazın en dar yerlerinden, feribotlar ve dolmuş motorları karşı kıyıya vızır vızır çalışıyor. İnsanlar karşıdaki işlerine ve okullarına rahatça gidip geliyorlar. Seyit Onbaşı anıtında fotoğraf molası veriyoruz.
Bir sonraki durağımız Çanakkale Şehitleri Anıtı. Boğazın girişine hakim Morto Koyu önündeki Hisarlık Tepe’de dikilen 41.7 metre yüksekliğindeki heybetli anıt ziyaretçileri orada can veren onbinlerce şehidimize saygıya çağırıyor. Savaşın 100.cü yıldönümü nedeniyle Türkiye’nin her yerinden gelmiş onbinler, bu toprakları ziyaret edip saygılarını sunmaya gelmişler. Otoparklar otobüslerle dolup taşıyor.
Gelibolu Yarımadası’nın güneyine doğru yolumuza devam ediyoruz. Fransız anıtı ve mezarlığını uzaktan gördükten sonraki durağımız, yarımadanın en güney ucunda Hoca İlyas burnunda 1924 yılında Büyük Britanya tarafından inşa ettirilen 33 metre yüksekliğindeki Cape Helles Anıtı. Bu anıtda bu bölgeye yapılan çıkartmalarda ölen 20 000’i aşkın (çoğu İngiliz) mütteffik askerinin adı ile Çanakkale savaşlarına katılan bütün müttefik birlik ve gemilerin adları yazılı. Mezarlık ve anıta çok iyi bakıldığı görülüyor. Zaten bütün yarımada, milli park adına yaraşır şekilde temiz, yeşil ve bakımlı.
Bir sonraki durağımız Cape Helles anıtının 1 km. Kadar batısındaki, Lancashire Landing mezarlığı bir park gibi, çiçekler içinde pırıl pırıl. Burada bizim hanımın memleketinden (Manchester) 1200 kadar Lancashire Fusiliers Alayı mensubu yatıyor; pek çoğu 20 yaşın altında gençler. Hanımın dedesi 1. Dünya Savaşı sırasında Fransa cephesinde, babası da 2. Dünya Savaşı sırasında Lancashire Fusiliers’ de askerliklerini yapmışlar. Doğal olarak o da duygulanıyor. Diyor ki “Ne işi vardı o gariban çocukların buralarda, kimler gönderdi onları buralara?”
Daha sonra yarımadanın kuzeyine yöneliyoruz; hedefimiz Anzak Koyu. Kabatepe’den sonra birdenbire manzara değişiyor. Deniz kıyısından hemen sonra sarp tepeler başlıyor. Daha uygun yerler varken, Anzak’ların neden bu zor yeri seçtiğini aramızda, tartışıyoruz. Kimi haritaları yanlıştı diyor, kimisi de buraya çıkartma yapılması beklenmediği için, bir şaşırtma olarak çıkıldığı görüşünde. Birkaç hafta önce Anzaklar, Çanakkale savaşının 100. Yıl dönümünü burada, sabah saat 04.30’da başlayan bir şafak ayini ile kutladılar. Ulusal benliklerinin ilk farkına vardıkları yer burası; dolayısıyla, onlar için çok önemli. Aradan 100 yıl geçmiş olsa da, orada ölen onbinlerin ruhlarını hala çevrenizde hissedebiliyorsunuz. Anzak tören alanında dikili anıt üzerinde yazılı olan Atatürk’ün ölmüş Anzak askerleri hakkındaki sözleri de çok anlamlı oluyor: “Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar; gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat uyuyacaklardır. Bu topraklarda canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”
Aramızda üyelerimizden Nimla Heplevent ve ablası eski aile dostumuz Gül Önür de var. 100 yıl önce Conk Bayırı’nda şehit düşen dedelerinin mezarını hayatlarında ilk defa ziyaret etmek için heyecanla bekliyorlar. Bu nedenle bir sürü anıtı ve mezarlığı atlayarak Conk Bayır’ına yöneliyoruz. Kanlı Sırt adı da verilen bu bölgede, her iki taraftan da pek çok anıt ve mezarlık var. Conk Bayırı’nda anıtlar ve mezarlıklar adeta içiçe. Nihayet, bir süngü hücumunda şehit düşen Üsteğmen Nazif Çakmaklı adına dikilen anıta ulaşıyoruz. Onu ve canlarını vererek, bir millet olarak ayakta kalmamızı sağlayan şehitlerimizi bir kez daha minnetle anıyoruz.
Gelibolu Yarımadasını hakkıyla gezmek için günler lazım. Bu kadarıyla yetinip Çanakkale’deki otelimize varmak için Eceabat’a hareket ediyoruz. Kısa bir feribot yolculuğundan sonra Avrupa’dan Asya’ya geçiyor ve Çanakkale’deki otelimize giriş yapıyoruz.
Akol Oteli hemen deniz kenarında ve Çanakkale feribot iskelesine çok yakın. Çanakkale önemli bir üniversite şehri olmuş; heryer gençlerle dolu, cıvıl cıvıl. Kahve ve gazinolarda İnsanlar rahatça biralarını içiyor, günün sonunun keyfini çıkartıyorlar. Biraz açıkta kayıklar balıkta; kıyıda istavritler tezgahlar zıplarken satılıyorlar. Çok yorgun olanların haricinde grubumuzdaki herkes, o akşam Çanakkale sokaklarının tadını çıkarttı.
Üçüncü günümüzün sabahında programda Troya gezisi var. H3A olarak bu ikinci gelişimiz. Ben pek çok kez geldim, sayısını tam hatırlayamıyorum. Arkeolojik olarak çok önemli bir ören yeri. Bir Unesco Dünya Kültür Mirası. Dünya’da ilk arkeolojik kazının yapıldığı yer. Gözlerim ören yerinde buranın tarihine yepyeni bir boyut katan Merhum professör Manfred Korfman’ın adını anan hiç olmazsa bir plaket arıyor, ama göremiyorum. Dilerim bitmek üzere olan Troya Müzesi’nde bu eksik giderilir. O zamanlar asistanı olan, şimdi profesör olarak onun çalışmalarını devam ettiren Rüstem Arslan’ın orada olduğunu öğrenip onu buluyorum. Bu sonbaharda Bodrum’a gelip bize bir konuşma yapmaya söz veriyor.
Akşam Istanbul’dan Bodrum’a hareket edecek uçağı kaçırmamak gerekiyor. Öğlen Çanakkale’ye dönüyoruz. Grup İstanbul’a doğru gitmek için feribota binerken, biz Çanakkale Adatepe köyündeki evimize gitmek üzere otobüse biniyoruz.
Metin: Selçuk Şahin
Fotoğraflar: Bilgin Egineri, Richard Woodman, Kim Gould