|
“Bölgemizin jeolojik ve jeomorfolojik yapısından dolayı ilimizde oluşmuş madencilik sektörü ve bunlara bağlı olarak gelişen cevher zenginleştirme ve sanayi kuruluşlarının faaliyetleri ile; doğal kaynaklar tahrip edilmekte, faaliyetlerin sona ermesini müteakiben faaliyet alanının rehabilitasyonu yetersiz (yapılmakta) veya hiç yapılmamakta, bu konuda verilen taahhütler yerine getirilmemekte, bunların faaliyetleri sırasında alıcı ortamlarda kirlilik yaratılmakta; ayrıca söz konusu faaliyetlerle ilgili olarak, ilgili kurum ve kuruluşlarca yapılan denetimler yetersiz kalmaktadır. Tüm bunlar, konunun çevre ile olan sorunlarını oluşturmaktadır.”
(Aydın Valiliği İl Çevre Orman Müdürlüğü
Aydın Çevre Durum Raporu- Aydın 2009)
Sabah Stratokikeia’yı gezerken hava birden kararıyor. Aksivri’ye doğru bakıyorum. Arkası dolu, Bencik dağların üstü de kararmış. Gruba yeni katılanlardan biri:
– Hava bulutlandı, diyor
– Olsun, nisan ucunda başka türlü hava olmaz ki buralarda. Bir bulutlanacak, bir açacak; bir ıslatacak, bir kurutacak.
Bugün hedefte Gökbel dağları var. Ben o dağlara Hekate’nin Dağları diyorum. Yağmur şakır şakır yağsa da o dağlarda taşın, suyun ve zeytinin şiirini dinleyeceğiz.
– Kayalar niye böyle ışıl ışıl? Yağmurda başka, güneşte başka ışıldıyor.
– Dolunayda daha başkadır, diyorum. Her kayada doğumun, hayatın ve ölümün Tanrıçası Hekate vardır. Bu kayaların böyle başka başka olması da bundandır. Çünkü hayat asla kendini tekrar etmez.
Bir arkadaş, deklanşöre basarken “Panta Rei, panta rei” diye yineliyor .
– Evet, her şey akar, Efesli Heraklit’ten önce de akardı şimdi de akıyor, diyerek açıklıyor bir başkası.
– Şu suyun sesini duyuyor musunuz? Kendisi nerede peki?
Bir dev kayanın dibinden çıkıp bir başka kayanın altında yitip giden suların encamını merak ediyoruz. Özenle dikime hazırlanmış avuç içi bahçeleri yeşertir mi ki bu sular?
Aşağısı Bayram, yukarısı Veli… İkisinin önünde de Hacı var. İkisi de yüzyıllar içimde yoksulluğun giysisini üstünden atmamış, atamamış. Oysa ikisi de eşsizler. Biri sırtını milyonlarca yıl içinde oluşmuş dev kayalara dayamış, öteki ovaya, kayaların arasından bakıyor. Göz ucumuzda Lagina. Sonrası minik tepeler arasında uzayıp giden bir ova, Akgedik ve Muğla…
Muğla, ne kadar da uzak buralara. Dünyada benzeri olmayan bu dağları yüzyıllarca görmemiş, görünce de karnını deşmeyi, hallaç pamuğu gibi atmayı hak bilmiş.
– Bunlara gnays kayaları deniyor.
– O da ne demek?
– Yüz milyonlarca yıl önce, milyonlarca yıl içinde granitler yer kabuğunun hareketleriyle kırılmışlar. Bu kırıklara da kuvarsitler, feldspatlar dolmuş. Yine milyonlarca yıl içinde bir bedende basınçla, ısıyla bütünleşmişler. İşte bu çoğul bedenli kayaçlara gnays diyorlar.
Hekate’yi bildiği her halinden belli olan biri:
– Lucius Apuleius, “Metamorfozlar” kitabında Hekate’yi anlatırken bu metamorfoz (başkalaşım ) kayalarını görmüş olmalı, diyor.
– Şimdi paletini, fırçasını tuvalini kapan ressam buraya gelmeli, diyor Nebahat (Tokgöz). Ne de olsa ressam gözüyle bakıyor doğaya.
Birkaç yıl önce bir maden firmasında bize bilgi veren genç bayanın sözlerini anımsıyorum:
“Dünya Feldspat yataklarının %85’i Türkiye’de. Bunun da %85 bu masifte.Çıkardığımız feldspatın %85’ini ham madde olarak ihraç ediyor, işlenmiş olarak da ithal ediyoruz.”
“Ya kuvars?”
“Buralar kuvars bakımından da zengin. Ancak en kalitelilerini çıkarıp sattık.”
“Bu kayalardaki feldspat ve kuvarsları öyle bırakacak mısınız?”
O bir madenci. Sorumun ne denli aykırı olduğunu fark etmiyor bile.
“Hayır, elimizdeki kolay işlenebilen rezerv bitince elbette onlar da sizin evinize tabak, cam, banyonuza seramik olarak gelecekler.”
En genci 100 milyon yaşındaymış bu kayaların. Bunca zaman içinde her saniye başkalaşmaya devam ediyorlar.
– Onun için mi böyle bize her bakışımızda farklı bir görünüm sunuyorlar.
– Onlardaki başkalaşımları çıplak gözle izlememiz olanaksız. Şu gördüğün burun, şu gördüğün göz için binlerce yıl gerek.
Bir dost, koluma girip sıcacık sesiyle:
– Bak, diyor kayalar kilimlerini sermiş, bizi bekliyor. Haydi gidelim, dost meclisi kuralım üstünde.
O nar kırmızı yosunların üstüne hiçbirimizin oturmayacağını hepimiz biliyoruz.
– Kayanın kanı mı desem, çığlığı mı?
Amelie, artık gözleri çok az gören bir jeolog. Üniversite eğitimini Hollanda’da yapmış. Buraları gözleri görürken de gezmiş. Şimdi kayaların bağrında biten kekiklerin, fıstık çamlarının, zeytinlerin kokularını almak için aramızda.
– Bu doğa Hollanda’da olacak, dünyayı Hollanda’ya taşırlar diyor.
Yollar dar, koca otobüs yokuşu artık tırmanamıyor.
Yaşı seksenini aşmış ünlü ruh doktoru Ergon Mengi bastonuna yüklenerek tırmanıyor yokuşu. Neredeyse her adımda bir mola. Ama yorgunluktan değil. Görmediği açı kalmasın diye fırdolayı dönüyor kendi ekseninde.
İlerde Yatağan Termik Santrali’nin dumanları bulutlara karışıyor. Stratonikeia’dan Lagina’ya ulaşan yolu altüst edenler Gibye’ye gelmişler. Eren Dağı’nın arkası savaş alanı.
– Başbakanın kankası Ahmet Çalık, şu gördüğünüz alandan arazi toplamış. Bu ovaya ikinci bir termik santral kuracakmış.
Kim söylüyor bunu, merak etmiyorum. Çünkü o söylemese ben söyleyeceğim.
– Doktor, diyorum. Allah aşkına yıllarca doğaya zerre kadar zarar vermeyen delileri akıllandıracağım diye didindiniz. Söyler misiniz bana. Milyonlarca yıl doğanın koruyup sakladığı bu harikaları, altmış yetmiş yıllık ömürleri için darmadağın edenleri neden tedavi etmezsiniz.
Doktor her zamanki çelebiliğiyle gülümsüyor:
– Zamanımızın akıllıları onlar, delileri de biziz.
Başlangıçta Hekate, yerlerin, göklerin ve yeraltının; doğumun, hayatın ve ölümün tanrıçasıydı. O bu dağlarda Selena’ydı. Gece ışıklarını kayalara serip Endmiyon’la buralarda hemhal olurdu. Sonra onu batı kocakarı yaptı, cadılaştırdı. Hayatın tamamına hükmettiğini bizlere de unutturdular. Oysa o kavşakların Tanrıçasıydı. O kavşağa dek iyiliklerle gelenlere ışık tutarken, kötü amellileri yerin dibine gönderirdi.
“Sensin gecenin ecesi,
Üstümüze serpilen gümüşlü ay,
Ve aşkı esirgeyip kutsayan,
Ve belası kahreden,
Sen varsın kavşaklarında ömrümüzün.”
– Her adım başka bir kavşaktır, diyor biri.
Dönüp bakıyorum kim olduğunu çıkaramıyorum. Ne kadar da doğru söylüyor. O her yerde ve her zaman vardır. O kim peki?
“İç sesimiz. Bizi her an denetleyen, yaptığımızı sorgulayan. İyiye ulaştırarak ödüllendiren, sorunlarla boğuşturarak cezalandıran.”
Akşama doğru, Leyne’ye dönüyoruz. Önce Osman Hamdi Bey’in evini gezeceğiz. Ama kapı yine kapalı. Sağ olsun Tarcan Oğuz devreye giriyor. Belediye başkanıyla ilk kez karşılaşıyoruz. Sitemlerim var. Olgunlukla karşılıyor.
” Leyne, kültür ve doğa turizminin yeni gözdelerinden biri olmalı. Leyne sokakları turist kaynamalı.”
Tapınağa girerken bir arkadaş pat diye soruveriyor:
– Sizce Osman Hamdi Bey, kazılara neden Hekate’den başlamıştır?
– Evet evet, ben de soruyorum. O Hekate’nin dünya çapındaki önemini biliyor muydu acaba?
Şimdi ne yanıt verebilirim dostlarıma? Yine bir sayıklama dolaşıyor dilimde:
” Uyan üç yüzlü Tanrıça uyan!
Biz ki seni kötülüklerden
Ve karanlıklardan korunmak için yarattık.
Gece uyumak sana haram”
Akşam, ne tez oldu bugün. Stratonikeia’dan geçerken yanı başımdaki bayan Moğollar’dan bir şarkı mırıldanıyor:
“Birisi oy peşinde
Öteki rant işinde
Kıyamet değilse bile
Bişey kopmalı
Bişey yapmalı, hey bişey yapmalı, bişey yapmalı!”
Hamdi Topçuoğlu