Yaz da geldi. Artık Bodrum’da oturup da sabah akşam denize dalmadan durabilene aşk olsun. İnsan, burada bütün bir yaz, her sabah duşunu bir başka koyda, başka yalıda alsa, yazı bitirir, ama koyları, yalıları bitiremez. Bu hafta sonu yolumuz Mazı yalılarına: İnce, Hurma, Ilgın. Mavgoşa, kuzeyli dilber Şiir, sözün en derini en kestirmeden söyleneni; ama o, söyletenler yok mu? Aklımızı sıra dışılıklara çağıran, yüreğimizi burgaçlayan, onlar olmasa, söylenen şiir olur mu hiç? Bugün (5 Haziran) dünya çevre günü.1972’den bu yana dünyada 5-11 Haziran arası Çevre Koruma Haftası olarak kutlanıyor. Böyle günler bazen bana garip geliveriyor. Yılın geri kalan 51 haftasında çevreyi koruma görevimiz yok sanki? 2006’ya dek Çocuk Mezarı’ndan Mazı’ya asırlık çamlar arasından gelirdik. Baharda, yazın en sıcak günlerinde reçine kokardı bu yamaçlar. Güzde reçine mi bal, bal mı reçine kokardı, anlayamazdık. Kimler, niçin yaktı koca ormanı, hâlâ aklım almaz. Çok şükür ki buralarda doğa doğurgan. Geçen 5 yılda makiler toprağa tutundu. Ulu çamlar arasından yol almasak da gözlerimiz, yangın karası yamaçlarda yorulmuyor. Hatta uçurumlara tutunmuş sandal ağaçlarını görünce sevincim bir kat daha artıyor. Çocukluğumda, evlerimizde sadece odun yanardı. Yemeğimiz odun ateşinde pişer, Çamaşır suyumuz odun ateşinde kaynar, odalarımız odun ateşiyle ısınırdı. Pırnal, çam, meşe… Uzun kış gecelerinde ocağın en arkasında, için için yanan bir kütüğün çıtırtısına, bazen kırmızı kabuklu odunlar eşlik ederdi. İşte o zaman odalar, içimizi ferahlatan bir kokuyla dolardı. Bahar ucunda onun kabuklarından düdükler, borazanlar yapardık. Haydaman da haydaman kara dağların sandalı da sandalı Türküdeki bu sandal, denizdeki kayık değil, işte bu sandaldır. Yıllar sonra İzmir’de bir dostum, evinde Hindistan’dan ithal edilmiş çubukları tutuşturunca kokuyu tanıyıverdim. Bu, sandal, dedim dostuma. Yanılmamıştım. O zaman bu dağlarda bunca sandal bitkisi varken neden bu gibi şeyleri ithal ederiz diye söylenmiştim. “Aman biz zararı yok ithal edelim, Eğer bunun bizim dağlarımızda da yetiştiğini duyarlarsa kökünü kazırlar, inan.” demişti dostum. Biz, sandalların, çamların, pırnalların kökünü kazımaya kararlı olmasına kararlıyız; ama onu ekonomiye kazandırarak değil, dağları ateşe vererek yapıyoruz o işi. Benim için en değerli çevreci, babamdı. Önümüzdeki hafta sonu onun ölüm yıldönümü. 12 Haziran’da aramızdan ayrılışının ilk yılı dolacak. O doğru dürüst okul yüzü de görmemişti; ama değme bilgeleri kıskandıracak bir sağduyusu vardı. Bağda üzüm toplarken, tarlada ekin biçerken bizlere, “kurdun kuşun da hakkı var.” der dalda üzüm, tarlada başak bıraktırırdı. Şimdi hangi dağda, bayırda bir ahlat ağacı, delice görsem, onu anımsarım. Çünkü o bir aşı ustasıydı. Bir ahlat ağacında üç çeşit armut yetiştirmek, deliceleri yağlık ya da sofralık zeytin ağaçlarına dönüştürmek onun hüneriydi. Mazı’ya varınca durup çevremize bakıyoruz. İyi ki yangın buralara dek gelmemiş. Deniz, sanki ta aşağılarda bir yerdeymiş hissi veriyor insana, kanadımız olsa keşke. Aşağıda üç yalı var. Köyü geçer geçmez sağa saparsak yolumuz İnce Yalı’ya. Ilgın Yalı’sına gitmek için de Hurma Yalısı’na girerken sola sapmak gerekiyor. Ancak yol, oldukça bozuk. Yalının solundaki azmak ve dip kaynakları nedeniyle su soğuk. Suyu soğuk sevenler, buyursun gelsin. Hurma Yalısı, neredeyse tüm Mazı severlerin uğrak yeridir. Avuç içi kadar toprakta mandalina ağaçları yalıya apayrı bir görünüm kazandırır. Mandalina bahçelerinin çevresindeki kayaların başlarına kondurulmuş evler, denizden gelecek eski bir sevgiliyi bekler gibidirler. İncecik, büklüm büklüm bir yoldan giderken, deniz, pat diye karşınıza çıkıverir. Suya baktığınızda minik kefallerin, yengeçlerin insan denilen doğa katliamcısının hışmından habersiz mutlulukla dolaştığını görürsünüz. Bulut mu olsam, Nazım olmak, sonra da onca yalancıya, talancıya inat, memleket sevdasından gebermek gerek. Acaba Nazım buraları görseydi ne yazardı ki, diye düşünüyorum. O da bir haziran sabahı (3 Haziran 1963) te terk-i dünya etmiş. Hasan Hüseyin Korkmazgil, “Haziranda Ölmek Zor” derken ne de doğru söylemiş. Ben, ne zaman Hurma Yalısı’na varsam, her şey bana, iyi ki yaşıyorum, iyi ki bu toprakların çocuğuyum dedirtir. Bu yalılarda denizden çıkarken, içimde lagoslarla, mürenlerle göz göze gelmenin heyecanı, hanozlarla, pisi balıklarıyla köşe kapmaca oynamanın mutluluğuyla “Güneş yükselirken girmiştim suya, ne zaman inmeye başladı böyle.” derim. Rüzgâr, dümen kırmış, günü yalı restoranlarından birinde taçlandırmak vakti gelip çatmıştır. Ben kendi payıma Kayabaşı’nı seçerim. Çünkü orada şiir kendi ayağıyla gelir bana, dilimle hemhal olur. Güneş, bakır tepside mi gider buralardan, zeytin dağlarına mı saklanır, anlayamam. Sonra o canım Gökova’nın, gece mavisini bir şal gibi örtünüşünü, kendini yıldızların aydınlığına bırakıverişini izlerim. Yıldızlar, anbean çakıl taşları gibi çoğalır, Gökova’nın suyu gibi berraklaşır. Uzanıp tutmak isterim her birini. O an, hafif bir müziğin eşliğinde çok ama çok gerilerde kalmış bir aşkın izini sürdüğümün farkında bile değilimdir: Bir yudum rakıyla akşam olur
Gerçek aşklar, yurdunu asla terk etmiyor; aksine simgeleşiyor bitti denilen yerde. Belki o sevgilileri bir daha hiç görmüyoruz; ama aşk, en ummadığımız zamanlarda birden sobeliyor bizi. Hurma Yalısı’nda adaçayı kokuyordu sabah Ben ne zaman bu yalılara insem sobelenmeye teşne bir yüreği de beraberimde getirdiğimi iyi bilirim. Bundan da asla yüksünmem. Aşka Gökova, Gökova’ya da aşk yaraşır, bunu nasıl bilmem! Hamdi Topçuoğlu |