Hamdi Topçuoğlu / Muğla

 Kahveci : Hamdi Topçuoğlu

ŞU MUĞLA DEDİKLERİ

” Şu Muğla dedikleri
Yerkesik’le Pisi arasında yürecik”


Muğla ile ilgili şiirlerimden biri bu dizelerle başlar.Benim için Muğla sakin, hoşgörülü, kültürlü, yeniliğe açık olduğu kadar, gelenek ve göreneklerine bağlı insanlarıyla gerçekten de bir yüreciktir.

Muğlalı, zeybeğin tüm figürlerini yaşamına sindirmiştir: Ağırdır, gururludur, mecbur kalmadıkça kavgaya dövüşe itibar etmez, kendi ayakları üstünde durmasını bilir. Devlete bile olur olmaz el açmaz.

Geçen pazar günü Muğla’yı tanıtmak için Bodrum Herodot 3. Yaş Akademisi Derneği ile yine buralardaydık.

Güne “Kozağacı’nda köy kahvaltısı” yla başlamak, bu taraflara geldiğimizde, vazgeçilmezlerimizin başında geliyor.

Kozağacı, Muğla’nın kulağının dibinde havası, suyu; pırıl pırıl sokakları ve cana yakın tertemiz insanlarıyla özellikle doğa tutkunları için görülmesi gereken bir yer.

Ne zaman Kozağacı gibi köylerimizde dolaşsam, Avrupa’da özgün mimarisiyle, doğasıyla birer sanat eseri gibi turizme kazandırılmış köyler aklıma gelir. Unumuz var, şekerimiz var; bir de helva karabilsek…

Küçücük bir avluda 30 kişi neşe içinde kahvaltı yapıyoruz. Ev sahibimiz, konukların mutluluğunun farkında: “Balından, tereyağına, peynirine… zeytinine; ekmeğinden, sucuğuna … burada yediğiniz her şeyi kendimiz üretiyoruz. Tabaklarınızdaki her şey Kozağaç ürünüdür .” diyor.

Yabancı konuklar özellikle ayva reçeline, cevizlere bayılıyorlar.

Yılların turizmcisi bir arkadaş yanıma sokuluyor: “Muğla valiliği, üniversite işbirliğinde köy turizmi konusunda master planlar hazırlatmalı. Kozağacı gibi birkaç köyde gerçekleştirilecek pilot projeler (ön deneme) sayesinde Muğla, turizmine yeni boyutlar kazandırabilir.” diyor.

Haklısınız anlamında başımı sallıyorum. Bu yörelerde gerçekleştirilecek, bu tür yapılanmaların, kıyılarımıza sıkışan turizmimizin çıkışı olduğunu yıllardır savunduğumu o da çok iyi biliyor.

Dağın bu yamacı Kozağaç, arkası da Dırlavan. Biri su içinde, bağlık bahçelik; öteki bakımsız, kıraç. Dırlavan, yani İkizce’nın önünde Muğla’nın üstüne dek engebeli düzlükler uzanıyor. Bu düzlüklerin yel gibi gelip geçen baharını ve rüzgârlarıyla insanı her an zinde tutan yazını iyi biliyorum. Muğlalılar ovaya yayla derler. Oysa asıl yayla, Muğla’nın ense kökünde, bu Dırlavan düzlükleridir.

Bugün Muğla’ya, sırtını dayadığı tepeden döne dolaşa ineceğiz. Dırlavan düzlüklerini aşar aşmaz göz ufkumuza önce kökboyalı Bozalan seccadesi gibi Muğla ovası serilecek. Sonra uygun bir dönemeçte durup kiremit çatıları ve özgün bacalarıyla Muğla evlerinin benzersiz panoramasını belleklerimize kazıyacağız. Her dönemeçte farklı fotoğraflar çekeceğiz. Sonra ben onlara, gençliğimin Muğlasını anlatacağım, bu şiir şehir için şiirler okuyacağım:

“Dağın ardı şehir
Kuzulu kapılar ardında avlular
Sağınıza ortancaları alınız
Solunuza Şebboyları
Anacığım çeyiz sandığını aynalara taşırken
Alaca yeşil gömleğimi giysem
Dar sokaklardan afili
Tütün kokulu, Çam pürünce taze
Sizi süs yolunda, parklarda beklesem.”
diyeceğim.

Düşü, gerçeğin ulağı bilirdim. Oysa gerçek, bazen yavrusunu yiyen bir kedi oluveriyor. Tepenin başında allak bullak oluyorum. Dilim lal. Ne olduğunu anlayamıyor kimse. Kendimi “The Day After Tomarrow” filminin en dramatik sahnelerinden birinde oyuncu gibi hissediyorum. Aşağıda sadece bir kör duman var: Muğla yok

Şoföre, durma, gidelim, diyorum.

Hızla şehre doğru iniyoruz. Genzimizi kömür kokusu yakıyor. Şehre girdikçe duman dağılıyor gibi. Ama o acı daha da keskinleşiyor. “Yahu diyorum, kendi kendime, belediyenin o tepeden, o kara dumanları çıkaran bacaları saptaması ve sorumlularını cezalandırması çok mu zor.”

Biliyorum ki şimdi sorumlular, bin bir mazeret üretecek. Oysa Muğla’nın ne mazerete, ne de doğalgaza sabrı kalmış. Bunu Özbekler Evi’ni gezerken bir kez daha anlıyorum. Geçen bahar, bu hayatta büyük bir hazla içtiğim kahveyi, bu kez isli pervazlara bakarak içiyorum.

Muğla’ya her gelişimde koşup gelen, bugün de bize rehberlik yapan Muğla sevdalısı sevgili kardeşim Sadettin’e (Özbek) yakınacak gibi oluyorum. Belli ki Muğla’ya toz kondurmak istemiyor, biraz sitemli: “Hiç mi güzel şey yok?” diyor.

Olmaz olur mu? Arastası, zahire pazarı, camileri, kültür evi, müzesi, restore edilen konakları ve Konakaltı Hanı… Onların her biri bizi, dünden yarına taşıyan eserler. Ben de biliyorum, Muğla bu ülkenin kültürel mirasına en çok sahip çıkan kentlerinin başında geliyor. Ama yeter mi?

Kim ne derse desin, ben kültür mirası konakların, çayhane, restoran olarak işletmecilere verilmesini onaylamıyorum. Hacı Kadı evinin duvarındaki “Yörük Obaları Derneği” yazısı nedir öyle? O değerler, oraları kiralayanların değil, tüm Muğlalıların ortak malıdır. Sorumlular da tüm Muğlalılar adına buraları korumak zorundadırlar.

Arasta, hamam, camii, konak derken, zaman su gibi akıp gidiyor. Oysa gezip görmek istediğimiz pek çok yer var daha. Konuklara, 13 Mayıs’ta Yörük Obaları Şenliğinde yeniden gelmeyi öneriyorum, sevinçle kabul ediyorlar.

Akyol çıkışında dönüp kente bakıyorum. Sabahki sisten eser yok; ama kömür kokuları, burnumuzun direğini sızlatmaya devam ediyor. Başımı kaldırıp Dırlavan’a doğru bakıyorum. Muğla ‘nın o düzlüklerde kurulacak uydu kentler sayesinde özgünlüğünü koruyarak gelişecek bir kent olacağına şimdi daha çok inanıyorum.

Şimdi yolumuz Belen Değirmeni’ne. Biraz sonra Kültür Bakanlığı mahalli sanatçısı Mehmet Topçuoğlu sazının tellerine vururken biz de

“Dağın dibi suçıkan
Masaları devirmeden ormancı
Tahir Amcam tellere vurmadan
Billurlara aşk koysak”

deyip bir güzel Muğla güneşini daha Bencik Dağlarının arkasına uğurlayacağız.

Hamdi Topçuoğlu
egerem@yahoo.com