|
Artık her on beş günde bir Karia’nın bir başka güzel köşesini keşfetmeyi yaşamımızın bir parçasına dönüştürdük. Ne yağmur, ne rüzgâr… Biliyoruz ki burada yağmuru da rüzgârı da iliklerimizde hissederek yaşamamız gerek.
Bu hafta sonu yolumuz Çiftlik tarafına. Güzü, dağ çilekleriyle karşıladığımız yamaçlarda, bu kez bahara lalelerle, papatyalarla merhaba demek için yollara düşüyoruz.
Kızılağaç sapağına varır varmaz çoktan düğünlük bayramlık giysilerini giymiş bademler selamlıyor bizi. Yalı’ya doğru ilerlerken renk delisi bir ressamın yamaçların, harımların yeşiline alı al moru mor laleleri, bembeyaz papatyaları çoktan serpiştirdiğini görüyorum. İçim kıpır kıpır.
Tararken denizi bir ince yel
Laleler takıyorum saçlarına
İçim dışım oyunbaz çocuk
Çarpmadan bölmeden geçmişi
Bir badem dalına ilmeliyorum an’ı
Dil kökümde aşk çağıltısı.
Çiftlik içinden sola dönüyoruz: Çukurgöl, Yumurtaş Caddesi…Bu “cadde” de nereden çıktı diye düşünüyorum. Urbanizmin işgalindeki beyinlerimiz, özgürlüğüne nasıl kavuşur ki?
İki gündür yağan yağmurun hamura çevirdiği yoldan, havadan sudan söyleşe söyleşe iniyoruz.
Sağda solda üç beş ağaçlı zeytinlikler. Daha düne dek meyve dolu dallar, yükünü teslim etmiş. Şimdi budama ve aralama vakti. Kuru ve yaşlı dallar kesilmeli ki bol meyve versinler.
Halikarnas Balıkçısı’nın anlattığına göre buralarda zeytin ağaçlarının varisleri kaç kişiyse, ağacın gövdesine baltayla o kadar çentik vurulurmuş. Ağacın yaralanmaması ve “can”ının yanmaması için, ağaçlardaki paylarından vazgeçen kadınlar çokmuş.
Artık ağaçlar bile insanoğlunun arzusuna göre biçimleniyorlar. Çevremizde kendi doğal biçimini özgürce oluşturabilen kaç ağaç türü vardır acaba?
Bu dereler deniz gizi
Bu tepeler bulut izi
Ah sen zeytin delicesi
Çıngırakları Bach’a miras Pan
Ne siz ihbar ediyorsunuz bunu
Ne de sol göğsü güvercin tüneği adam.
” Ada soğanları ne kadar da güçlü tutunmuş toprağa, ya bu kardinalin hası karabaş otları, bak ne kadar da vakur.” diyor bir arkadaş. Bir diğeri, hemen dibimizde yükselen gri kayaların resimlerini çekmek için eğilip bükülmekle meşgul.
Bu kayaların bağırlarında biten ardıç, çam ve delicelerin deniz yellerinin getirdiği bulutları sağdıklarını hangimiz inkâr edebilir?
Yürüyüş değil, yaşadığımız an ve mekânla bütünleşmek bu bizim yaptığımız. Bazen bir otun başında dakikalarca konuşabiliyor, bazen bir taş parçasına övgüler düzebiliyoruz. Az önce doğaya övgü düzen arkadaş, bir ardıca uzanıp açık kahverengi tohumlardan birini ağzına atıveriyor. Birkaç çiğnemeden sonra:
“Bu nedir, harika bir reçine tadı bırakıyor ağzımda.” diyor.
Ona, “Ardıç tohumu” diyorum. Ardıç tohumlarının sağlık için yararlarından söz etmiyorum; ama ardıç kuşuyla ardıç ağacının yaşam ortaklığını anlatmadan geçemiyorum:
“Ardıç kuşunu yuvasını ardıç ağaçlarına yapar. Bu tohumları da pek sever. Tohumların son derece kalın olan çekirdekleri kabukları onun kursağında bulunan asitlerle incelir. Bu sayede düştüğü yerde çimlenebilir. Siz bir ardıç tohumunu alıp dikseniz embriyo tohum kabuğunu kıramayacağı için çimlenemez.”
Varlığını sürdürebilmek için birbirine böylesine bağımlı olmak zor olsa gerek diye geçiriyorum içimden; ama birden doğadaki altın zincirin tüm hayatın sürüp gidebilmesinin vazgeçilmez koşulu olduğunu anımsıyorum.
Dese bana şimdi harnup ağacı
Defne dalı,
Koca yemiş, yaban mersini
Hangi sularısın sen bu ömrümüzün?
Goncaya yavruağzı,
Yakamoza gümüş,
Anlatırken tırtılına kelebek.
Destan tadında bir masalı.
Aşağılarda Orak Adası, ötelerde Datça Yarımadası… Bu mavileri, bu yeşilleri saymaya kalksam on, yirmi, yüz… sayamam. Oysa içimde uzansam hepsini avuçlayabilirmişim gibi bir duygu.
İnanışa göre bugün ilk cemre havaya düşüyor. Önümüzdeki pazar günü suya, bir sonrakinde de toprağa düşecek. Hava, toprak ve su yavaş yavaş ısınacak. Doğa kendisini yenileyecek.
Gerçekten cemre var mıdır ki? Tek gövdede iki ağaç gibi biçimlenmiş bir yaşlı harnubun uç dalları arasından gökyüzüne bakıyorum. Yakmayan ve üşütmeyen mülayim bir güneş. O an, editörü tarafından cemre resmi çekmeye gönderilmiş saf muhabir aklıma geliyor. Olsun diyorum, kendi kendime, hiç değilse savaş resmi çekmeye göndermemiş.
Anadolu’nun kimi yerlerinde cemrenin gökte yaşayan yakışıklı bir genç olduğuna inanılırmış. Gördüğü bir dünyalı kıza aşık olan delikanlı ona yakın olabilmek için böyle düşer; havayı, suyu, toprağı ısıtırmış. Öyleyse bu halk Cemre’yi niye ad olarak kızlara veriyor? Bence gökten düşen kız olmalı.
Ne zaman geldik, ne zaman ulaştık menzile ki dönüş yolundayız böyle. Yalnız insanlar değil, kuşlar kurtlar da içsin diye yapılmış hayratın başında durup Gökova’ya bakıyorum yeniden. Arkada Datça yarımadası. Balıkaşıran’ı arıyor gözlerim. Balıkaşıran bir incecik sırt. Bu yakası Ege, arkası Akdeniz… Şimdi Akdeniz Afrika’sında sular kan akıyor. Tiranlar, bu güzelim bahar ucunda canlar alarak koltuklarında kalacaklarını sanıyor, O tiranlara bu yakadan çek git diye seslenenler, nedense onların ellerinden aldıkları “İnsan hakları ödüllerini!” iade etmeyi akılarından bile geçirmiyorlar.
Yarından sonra (22.02.2011)büyük felsefeci Nermi Uygur’un 6. Ölüm yıldönümü. Deniz rüzgârları tiranların yüreklerine alıp götürsün diye şu kayalara çıkıp onun “Başka Sevgisi” kitabını okumak geçiyor içimden:
Başka- sevgisiz dünya:
Dilsiz ağız,
Sevinçsiz bayram
Gençliksiz ülke…
Başka sevgisiz dünya:
Elsiz ayaksız gövde
Düşünmeyen beyin
Gönülsüz eylem…
Kim, kimin içinden geçenleri okuyabilir ki!
“Haydi, diyor bir arkadaş, acıktık.”
Pidecide pide beklemekten sıkılıyorum. Bir tabak dolusu zeytinyağı istiyorum. Biraz kekik biraz da kırmızı pul biber. Bu mevsimde bundan daha lezzetlisi yok benim için. Ekmeği banıp banıp yerken dilimde kekre dizeler dolaşıyor:
Gün bitti, diyor
Bir sokak lambası ansızın.
Oysa Akdeniz Afrika’sında
Kararlı kalabalıklara karışmış
Güllere nar işliyor hâlâ,
Cemre sıcağı yüreğim benim.
Hamdi Topçuoğlu